Benim Hikayem -1- (Araf)

Araf kelimesi, İslam inancına göre cennet ile cehennem arasında bir yerin adıdır. Aynı zamanda bir Kuran suresinin de ismidir. Dinci literatürde sıklıkla aforizması yapılan, telmihlere ve teşbihlere konu olmuş bir kelimedir.

Diğer dinlerde de araf kavramı mevcuttur ve bu isimle adlandırılır genellikle. Dante Alighieri’nin ünlü eseri İlahi Komedya’nın ikinci cildinin adı da Araf’tır. Eserde, Cehennem’de günahlarını çeken insanların, Cennet’e gitmeden önce günahlarından arınmayı bekledikleri dağın adı olarak anlatılır.

Bir bekleme, bir boşluk halidir araf aslında. Hiçbir yere ait olamama, hiçbir şeye inanmamanın tek kelimelik tanımıdır. Geride tüketilmiş ve artık neticesi beklenen bir ömür; ilerde ise koskoca bir bilinmezliktir, bilmemektir. Ümitle korku arasında değil, iki korku arasında yaşamaya çalışmanın ete kemiğe bürünmesidir. Zordur arafta kalmak. Bir talebe bağlı değildir zira, başa gelendir.

15 Temmuz 2016’dan bu yana, ‘Araf’ta yaşıyor bu satırların yazarı. Aslında genelleme yapılabilecek bir konu ve bir alan. Benzer hali yaşayan binlerce, on binlerce insan olduğunu gayet iyi biliyorum, görüyorum. Fakat yine de durumun ve insanların ‘hassasiyetine binaen’ kişisel hikâyem üzerinden yürüyeceğim. Katılan katılır, katılmayanla ise ortak paydamızdan bir şeyler eksilmiş olur. Zaten arafta yaşayan için bunun da çok bir önemi yoktur artık.

Benim ve benim gibi pek çok kişinin arafımız, iki şeyden birini tercih etme ya da edememe durumuyla ilgili değil; tersine, seçilecek, tercih edilecek hiçbir şeyin olmamasıyla ilgilidir. Mezopotamya coğrafyasında yaşayan herhangi bir insanın sıradan hayat hikâyesidir burada anlatacaklarım aslında. Tercih etmediğimiz, candan isteyerek dâhil olmadığımız bir yol haritasında yürümek zorunda olmanın hikayesi, diğer tüm çağdaşlarımız gibi.

Okuduğumuz okul, giydiğimiz elbiseler, yürüdüğümüz sokaklar, saç tıraşımız, cebimizdeki harçlığımız… Hepsi, kalıpları önceden belirlenmiş ve bizim için takdir edilmiş varlıklardı. Daha doğrusu, yokluklardı. Bu yokluklardan, varlık yaratmak zorundaydık. Doğunun ücra bir vilayetinin, çok daha ücra bir ilçesinde liseye kadar okuyup, defalarca üniversite sınavlarına girip, sonunda ‘tutturulan’ bir üniversiteyi okumak, bu coğrafya ahalisi için çok da sıradan olmayan bir olaydı. O sene ilçeden üniversiteyi kazanan yedi kişiden biri olmak, gerçek bir başarı hikayesiydi çünkü.

Zorluklar içerisinde kazanılan üniversite, çok daha büyük zorluklar içerisinde okunuyordu. Yokluk ve imkansızlık, sürekli kendini tekrar eden sinsi bir hastalık gibi çıkmıyordu yerleştiği yoksul hanelerden. Bir yerden sonra kabullenilen bir kader halini alıyordu. Her zorluğun, her sıkıntının bir son bulma vakti olmasa da renk değiştirme zamanı vardı elbette. Üniversite yılları da gelip geçiyordu bir şekilde.

Üniversite sürecinin hayatıma, ait olduğum coğrafyaya, topluma, insanlığa dair bakış açımın oluşmasına yaptığı katkı, yaşamımı şekillendiren önemli kilometre taşıydı. İyinin sadece iyi, doğrunun sadece doğru, hakkın sadece hak olduğunu sanıyordum o günlerde. Brecht’i tanımamıştım henüz, ‘İyi Adama Bir İki Soru’sundan habersizdim haliyle.

Sınırlarını kendimin çizmediği, fakat kendi iyilerimle çoklukla örtüşen öğretilerle süslenmiş bir topluluk içinde kendimi daha güzel ifade edeceğimi düşünerek, bugün bedelini en ağır şekilde ödediğim bu yapının çağrısına uydum. Herhangi bir beklentim yoktu. Aksine kendimden bir şeyler vermek, içerisinde yaşadığım topluma faydalı olmak düşüncesiyle atılmış bir adımdı ve son ana kadar da öyle oldu. Maddi olarak, başladığım yerde bitiremediğim bir yolculuk oldu bu.

Yola çıkarken emeğimle, çabamla, gözyaşımla, göz nurumla, çocukluğumla, gençliğimle, yoksulluğumla, yoksunluğumla kazandığım ne varsa, yolun sonunda elimden uçup gitti birer birer. Hem de öyle yavaşça, usulca değil; bir anda, hızlıca, acımasızca.

Kaybettiklerim, sadece maddi değildi elbette. Ben, sadece omuz başımdaki birkaç arkadaşımdan haberdarken, elimin, sesimin, gözümün ulaşmadığı yükseklerde neler yaşanıyormuş meğer. Ortaya pul diye hayatımın/hayatlarımızın atıldığı ne kumarlar, ne pazarlıklar, ne restleşmeler… Bundan dolayı, ruhum da çok ağır yara aldı bu süreçte. İnsanlara, topluma, iyiye, güzele olan inançlarım yok olup gitti.

Fakat hayat bir şekilde devam ediyor ve tutunmak gerekiyor ona. Yaşadığım süreçte işimden olmak, itibarımın, haysiyetimin zedelenmesi, evimi aramak için gelen kolluktan yediğim dayak, mahkemeler, hapishane süreci, aylık imza vermeler vs. ‘araf’ımın bir tarafında dururken, öteki tarafta tüm benliğimin, ruhuma ait tüm ayrıntıların olduğunu hissediyorum. Kendini hiçbir yere ait hissetmemek, yaşadığı toplumla, toprakla herhangi bir bağının kalmaması, topluma ait temel değerlerinin anlamsızlığı, sorular, sorular, sorular…

Bu iki hal arasındaki sıkışmışlığı en iyi ifade eden kelime, ‘araf’mış gibi geliyor bana. Bilemiyorum, belki de yanılıyorumdur. Belki de Melih Cevdet Anday doğru söylüyordur: “Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, Cennetle Cehennem’den başka bir şey daha olsun istemiştir”.

Tüm yaşananlardan ve yaşanmaya devam edilenlerden sonra, iyi niyetimizi kullananların, yaşadıklarımıza yaptıklarıyla sebep olanların, başından beri olacakları kurgulayıp, en azından tahmin edip, bu yolun taşlarını döşeyenlerin, tüm bu yaptıklarından sonra tası tarağı toplayıp Avrupa’ya kaçanların asla hesap vermeyecek olması, benim acılarım üzerinden mağduriyet devşiriyor olması, teolojik masallarla insanları uyutuyor olması en büyük üzüntümdür.

Maalesef, bugünün din tüccarları, acılarımızın simsarları, yarının kahramanları olarak pazarlayacaklar kendilerini. 4 yıllık suskunlukları, bunun en büyük göstergesi.

Esenlikler dilerim.

anladık iyisin,
ama neye yarıyor iyiliğin.
seni kimse satın alamaz,
eve düşen yıldırım da
satın alınmaz.
anladık dediğin dedik,
ama dediğin ne?
doğrusun, söylersin düşündüğünü,
ama düşündüğün ne?
yüreklisin,
kime karşı?
akıllısın,
yararı kime?
gözetmezsin kendi çıkarını,
peki gözettiğin kiminki?
dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?

şimdi bizi iyi dinle:
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni.
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa.
bertolt brech

konusankus tarafından yayımlandı

yaşadıklarıma dair deneyimlerimi, fikirlerimi paylaşmak niyetindeyim. hakkımda bilinmesinin faydalı olacağını düşündüğüm çok bir şey yok. bir zamanlar iş güç sahibiydim; şimdi, değil. elinden alınanların, yitiklerinin hesabını sormak için yazıp çizen biri. hepsi bu

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın