Kutsal Sopanın Köleleri

1961 anayasası yurttaşlık kavramını, ‘aynı vatan üzerinde yaşayan tüm bireyleri kederde, kıvançta ve tasada ortak’ olarak öngörür ve tanımlar. Zamanla genel bir kabul halini almış ve klişeye dönüşmüş olan bu tanım; Türkiye halklarının, evlerinin misafir odası için bin bir zahmet ve masrafla satın alıp, ayda yılda bir konuklar görsün diye kullandıkları  ‘teşhirlik’ yemek takımı gibidir. Hep oralarda bir yerde durur ve fakat asla tüm aile fertlerince, birlikte kullanılmaz.

Gömleğin yanlış iliklenen ilk düğmesine benzeyen bu ön kabul, ‘devrin’ liberallerinin, siyasetçilerin, kanaat önderleri ve onların ‘kanaat’lerinin uygun ortam ve sıcaklığı bulduğunda yerden yere vurmaktan çekinmedikleri; şartlar ortadan kalktığında ise ardına saklanıp, karşı cephenin cellatlığına soyunarak, ‘urun boynunu’ tadında zikrettikleri bir ayin melodisine dönüşebiliyor.

Bu sebeple Türkiye’deki ‘hain’ tanımı ve imajı, dönemsel mutasyonlara uğrayıp, farklı kimliklerde arzı endam eden bir virüse benziyor çoklukla. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren şaki olarak tanımlanan sakıncalı kimlikler, Menderes döneminde saygı görüyor; Menderes’in sakıncalı piyadeleri, Karaoğlan iktidarında makuliyet kazanıyor; 1980 darbesiyle birlikte, tüm toplum ‘fabrika ayarlarına’ döndürüldüğünde ise hain tanımı bu kez ‘anarşist’ kıyafetini giyip, toplumun tüm seslerini ihanetin renklerine boyuyordu.

80’den sonra, Kürd’ler, Aleviler, solcular, dinciler ve liberaller, sistemin bu lanetli elbisesini sırtlarına geçirmek zorunda kaldılar. İşin trajikomik tarafı, o ‘elbise’yi giyip sistemin sopasını yiyen her kitle (en azından o kitlenin bir zümresi), yediği dayağın ardından, ‘sopayı’ tutan ele dönüşüverdi.

Sistemi ve onun meşruiyet kaynağını kendilerine ‘tevhid-i kıble’ edinen her topluluk, ne kadar büyük helezonlar çizerse çizsin, demokrasi yolunda ne kadar ilerlerse ilerlesin, eninde sonunda ‘kıble’sine yöneldi ve onun kendisi için çizdiği kalıplara mahkûm olup, o minval üzere amel etti.

2016 yazından sonra Türkiye’de yaşananlar, yukarıda sözü edilen ‘kederde, kıvançta, tasada bir’lik mottosunun, popüler bir şekilde yeniden ete kemiğe bürünmesinden, ülke tarihinin yüz yıllık alışkanlıklarının tekrar edilmesinden ibaretti aslında.

Bir şekilde, bir yerlerde, bir şeyler olmuş; ‘tevhid’in pay olduğu denklemde, payda, olabildiğine büyümüş ve bunun nimetlerinden istifade edebilmenin kapıları ardına kadar açılmıştı.

Bir süredir bohçalara sarılıp, sandıklara kaldırılan tanımlar ve ithamlar, aniden saklandıkları yerden çıkarılmış ve ‘hak edenlerin’ başından aşağı boca edilmişti. Ezanların, salaların, vakti olmayan namazların, bayrakların, konserlerin ve nutukların uyuşturucu motivasyonu içinde kendinden geçen kitleler, yüz yıllık ayinin bir parçası olduklarının farkında olarak ya da olmayarak, kendilerince kutsal olan ritüelleri yerine getirmenin hazzını yaşıyordu.

Sistemin saati kurulduğundan beri hep dayak yiyen tarafta olanlar, ellerine geçirdikleri sopanın ‘sihirli’ gücü karşısında keyfe geliyor,  kendi ‘hain’lerine hak ettikleri dersi en acımasız şekilde veriyorlardı.

Yüzüklerin Efendisi filminde, kendisini taşıyanı kontrolü altına alıp, içindeki kötülüğü ve güç hırsını açığa çıkaran yüzüğe benziyordu sistemin ‘sihirli sopa’sı.  Rakiplerinin elindeyken, kıskançlıkla karışık bir iğrenmeyle baktıkları, lanetledikleri, nefret ettikleri o sopa ve sopaya dair ‘meziyetler’, sopanın ellerine geçmesiyle beraber, kendilerinde de açığa çıktı. Böylece, aslında rakiplerinden pek de farklarının olmadığını müşahade edip, ‘kıymetlimis’ dedikleri sopanın kölesi, çift karakterli birer Smeagol’a (Gollum) dönüştüler.

Bu ibretlik dönüşüm, bir taraf için ikbalin, rahatın ve gücün kapılarını açarken, beri taraftakiler için ise dışlanmanın, işsiz ve aşsız kalmanın, onurunun ayaklar altına alınmasının, mülteci kamplarının, vatansızlığın ve ölümün öteki adı oldu. Yaşanan hiçbir trajedi, yapılan hiçbir haksızlık, toprağa ve suya gömülen hiçbir çocuk bedeni, ‘sopa’nın esiri olanları uyandırmaya yetmedi, yetemedi. Akıl ve vicdanın hükmünün geçmediği olaylar silsilesi, böylece akıp gitti uzun süre.

Yaşananlar, ikinci sınıf bir polisiye filme benziyordu bir yönüyle. Kötü karakter, adamlarıyla beraber olay yerine gider, çatışma başlar, burada büyük kayıplar verir, kazanamayacağını anlayınca, adamlarına talimatlar yağdırarak –bir şekilde- olay yerinden kaçar. Geride bıraktıkları ise, gerçekten önemli ve faydalı bir iş yaptıkları düşüncesiyle kavgaya devam eder; ölenler ölür, canını kurtaranlar ise, esir olup dayak yer.

Üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, ne olduğunu tam olarak bilmeyen, anlamayan insanların ölesiye dayak yedikleri bir kavgaydı o gün yaşananlar; ya da mevcut bir kavganın final sahnesiydi.

Dincilik ve ırkçılığın, Mezopotamya topraklarında her devirde, hatırı sayılır oranda taraftar topladığı ön kabulüyle yola çıkanlar, doğru ata oynamış olmanın lütuflarından faydalanıp, rakiplerine ‘öldürücü’ bir darbe indirdiler. Kazanan, bir kez daha ‘sopa’ oldu. Bir ‘hafızasız nesiller amalgamı’ olan toplum, yüzlerce yıllık rutinini tekrar ederken, onu bir arada tutan ve güden ‘sopa’ da kendi yolunda ilerliyor; devridaimini sürdürüyor.

Varlık gayesini, dayağını yediği ve kutsal sopaya borçlu olduğunu düşünenler, onu ellerinde tutmak için ne gerekiyorsa, tereddüt etmeden yerine getirdiler. Ele geçirmek isteyen rakipleri de aynı şekilde gözlerini kararttı elbette. ‘kederde, kıvançta ve tasada ortak’ olduklarının canını almak da buna dahildi.

Sistem yeni hainlerini ilan edene kadar, sopanın önüne atılanlar, dayak yemeye devam edecek gibi görünüyor. Bu fasit daire bir yerde son bulur, hırsın kör ettiği gözler bir zaman açılır mı, bilemiyorum. Fakat kısa vadede bu, çok zor görünüyor. Mevcut durumu, meşhur hikayedeki cümleyle özetleyebilirim: ‘bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı olduktan sonra biz artık dost olamayız.’

Esenlikler dilerim.

HÜZN Ü AŞK

Hep bildiğimi tüketti hicrân
Bîmâr olan eylemez mi hezyân

Ey hâlime rahmı olmayan yâr
Fikr eyle ki rûz-ı âhiret var*

(Şeyh Galib- Hüsn ü Aşk)

Hüsn’e ve aşka ait ne varsa, yok ettiniz bu topraklarda. Yeşilin bin bir tonunu, mavinin türlü halini soldurdunuz. Pembe rüyalara dalmayı vadeden masallar anlatarak, simsiyah kâbuslara saldınız, sesinize kulak verenleri. Kırılan mızrabınızın intikamını, yüzbinlerin vokallik ettiği ağıtlarla aldınız. Kaderin yoluna su serptiğini söylediklerinizi, buz gibi sularda kedere boğdurdunuz.

Şimdi herkes; sesinizin büyüsüne kapılan herkes, uçsuz bucaksız çöllerde, bir damla suya hasret gibi, bir yudum adalet arıyor; azıcık nefes almak için, boğulmamak için, hayatta kalmak için…

Sizler ise, bu durumda bile küçücük bir umuda muhtaç insanların hayalleriyle, umutlarıyla, inançlarıyla hiç çekinmeden oynayabiliyorsunuz. Görüntüsü alabildiğine güzel ve fakat kendisi hayal olan vahalar gibi, yalancı baharlar resmediyor, dünya tarihinin ve tanrı kanunlarının, geride bıraktıklarınız için bir anda değişeceğini anlatıp duruyorsunuz.

Yapmamanız gerektiği halde, yaptıklarınız ve yapmanız gerektiği halde yapmadıklarınızdan dolayı, hayatını cehenneme döndürdüğünüz insanların en küçük bir sitemine, isyanına, serzenişine bile tahammül göstermiyorsunuz.

Bütün bir ömrünü, sizin öğretileriniz üzerine inşa etmiş, bayramlarda ve tatillerde, cenazelerde ve düğünlerde anne-babasının yanında olmak yerine, sizin verdiğiniz görevleri yerine getirmek için ailesini ve sevdiklerini (onları kaybetmek pahasına) ötelemiş insanları ve onların 25-30 senelerini, sitemlerinden dolayı bir kalemde siliyor, hain ilan ediyorsunuz.

Onlara reva gördüğünüz cümlelerin merkezinde ihanet var, kalleşlik var, çile var, hasret var, ölüm var…

Sonu yokluğa çıkan tüm bu ‘var’lar içinde sizin durumunuz ise kelimenin her anlamıyla, ibretlik. Sesi göklere ulaşmış çığlıklar karşısında, öldüren bir sessizlik içindesiniz yıllardır. Sorulan hiçbir soruya, edilen hiçbir siteme karşılık verme tenezzülünde bulunmuyorsunuz. Kendi mamulünüz olan cennetinizde, kendinize ait önceliklerle yaşıyorsunuz.

Düşmanlarınızı tanımlarken her zaman kullandığınız Titanic örneği, o kadar uyuyor ki mevcut durumunuza. Sizler, lüks kamaralarınızda çaylarınızı yudumlarken, güvertede, filikalarda ve bizatihi dalgaların üzerinde can pazarları yaşanıyor.

Büyük günahlar işleyen, işlediği günahı kabullenmeyen ve bu yüzden lanetlenen mitolojik yaratıklar gibisiniz her biriniz. Devasa propaganda araçlarınız, zenginliğiniz ve her sözünüzü tanrısal buyruklar kabul eden takipçileriniz var belki ama bu yine de güçlü yapmıyor sizi, değerli kılmıyor söylediklerinizi.

Siz de tıpkı düşmanlarınız, düşman gördükleriniz gibi, gücün esirisiniz. Elinizde taşıdığınız bir sihirli değnek değil güç; sizi kendisine zebun eden kaba bir sopa adeta. Onunla karşınızdakini dövmek için her yukarı kaldırışınızda, kendi başınıza vuruyorsunuz ilk darbeyi. O yüzden de yavaş yavaş küçülüyorsunuz bakmayı bilen gözlerde.

Sadece insanları kandırmış ve bu defteri öylece kapatmış olsaydınız, bu kadar önemsenmeyecektiniz belki de. Aldatılmaya alışmış diğer Mezopotamya halkları gibi, sineye çekecek ve unutup gidecekti kitleler yaptığınız ya da sebebi olduğunuz her şeyi.

Hâlbuki sizler, bambaşka bir yol tuttunuz. Birer canlı cenazeye döndürdüğünüz insanlardan geriye kalan ne varsa, onlardan da faydalanmaya çalıştınız. Kendinize yönelen ve yönelmesini beklediğiniz tüm oklara siper ettiniz hayatları. Onların, müstahkem mevkilerinizin altına konulan dolgulardan başka bir şey olmadıklarını, dergi kapaklarınızdan, sosyal medya hesaplarınızdan ifşa ettiniz açıkça. İnsanlardan da, kendilerine reva gördüğünüz bu zilleti şeref addedip, kabullenmelerini beklediniz.

Nasıl bir hayal dünyasının içerisindesiniz, bilmiyorum. Fakat görmeye gözlerinizin, işitmeye kulaklarınızın olmadığını anlıyorum artık. Söylenen her sözün, yazılan her satırın, atılan her çığlığın ve akıtılan her damla gözyaşının, yarattığınız ve beslediğiniz nisyan semasının karanlıklarında yok olup gideceğini biliyorum. Su üstüne yazı yazmak da olsa, bir şeylerin anlatılması gerektiğine inanıyorum.

Çok gizemli ve önemli bilgilere vakıf ‘bir seçkin değilim ve acz tutmuyor adımın ilk harfleri’. Yine de yaşadığım, şahit olduğum, işittiğim kırıklıkları, kırgınlıkları yazmayı görev addediyorum kendime. Zaman bazı şeylerin üzerini tozlarla kapladıktan sonra, ‘ötekilere’ ait anekdotlar da bulunsun bir yerlerde diye.

Gönül isterdi ki, Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk mesnevisinden ve ona dair güzelliklerden söz edeyim bu yazıda. Ne yazık ki etrafımızda yaşanan bu kadar acı varken, hüzne dönen ‘hüsn’lerden ve istismar edilen ‘aşk’lardan başka yazacak pek bir şey kalmadı bana.

Yalnızca iki beyit. Anlamak isteyene…

Hep bildiğimi tüketti hicrân
Bîmâr olan eylemez mi hezyân

Ey hâlime rahmı olmayan yâr
Fikr eyle ki rûz-ı âhiret var*

* bimâr: Hasta, hezyân (Hezeyan): inleme, sızlanma

Esenlikler dilerim.

AHMET

Çocuk, çocukken
Kollarını sallayarak yürürdü
Derenin ırmak olmasını isterdi…
Irmağın da sel…
Ve su birikintisinin de deniz olmasını
Çocuk çocukken…
Çocuk olduğunu bilmezdi
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi
Çocuk çocukken…
Hiçbir şey hakkında fikri yoktu
Alışkanlıkları yoktu
Bağdaş kurup otururdu
Sonra koşmaya başlardı
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
Ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi…

Peter Handke

Sosyal medyadan ülkede yaşananları takip etmeye çalışırken, Ahmet Burhan Ataç’a ait bir görüntü düştü ekranıma.

Bu görüntü ve hatırlattıklarından söz etmeden önce, Ahmet’in kısa fakat acı dolu hikayesini hatırlatayım:

8 yaşında 4. Evre kemik kanseri bir çocuk Ahmet. Babası, 2018 yılından beri ‘örgüt üyeliği’nden tutuklu.

Küçük Ahmet de aynı yılın eylül ayından itibaren kanser tedavisi görmeye başladı.

Kemoterapi ve radyoterapi işe yaramayınca, yapılan ameliyatla kürek kemiği alınan Ahmet’in durumu, hastalık akciğere sıçradığı için daha da kötüleşti.

Geçtiğimiz aylarda, Almanya’daki bir klinik, Ahmet’in tedavisini yapmayı kabul etti.

Annesinin yurt dışı çıkış yasağı nedeniyle Ahmet, bu ağır tedaviye, ninesiyle gitmek zorunda kaldı.

Annesini çok özlediği ve sürekli ağladığı için, tedavisine ara verilerek ülkesine gönderildi.

Verilen aranın ardından tekrar Almanya’ya gitmesi ve tedavisine devam edilmesi gerekiyordu.

Geçen süre zarfında Ahmet’in durumu daha da kötüleştiği ve yokluğuna dayanamadığı için, annesiyle gitmesi gerekiyordu.

Fakat uzun bir süre, Ahmet’in annesinin yurt dışı çıkış yasağı kaldırılmadı.

Günlerce siyasetçilerin, basının ve STK’ların konuyu gündem yapmasının ardından, Ahmet annesiyle birlikte Almanya’ya gidebildi.

Fakat burada yapılan tetkiklersonucunda, çok geç kalındığı için, yapılacak bir şey kalmadığı söylendi ve Ahmet yeniden ülkesine döndü.

Şimdi ise, hastalığın son evresini yaşıyor Ahmet ve vücudu iflas etmek üzere.

Yukarıda sözünü ettiğim görüntü de işte bu Ahmet’le ilgili.

Çok hasta ve acılar içerisinde kıvranan bir çocuk O.

Sıradan bir hastalık değil, sıradan bir dert değil çektiği.

Kapılardan sığmayan koca cüsseli babayiğitleri bile, kısa süre sonra iğne ipliğe döndüren bir illet.

Işın tedavisi, kemoterapi, ilaç tedavisi gibi ağır süreçlerden geçilen bir imtihan.

Yemekten, içmekten, tatlıdan, tuzludan nefret ettiren yan etkili ilaçlar kullandırılan bir süreç.

Bu sürecin en etkili ilacı ise moral.

Yani,

El üstünde tutulması, bir dediği ikiletilmemesi gereken bir çocuk Ahmet.

Her isteği yerine getirilecek, her türlü nazı çekilecek bir hasta…

Onun kalbindeki özlem ise,

Bedenini tüketen hastalığı gibi, ruhunu, kalbini tüketiyor.

Ağzını tatlandıracak lezzetli bir yiyecek istemiyor Ahmet,

oyalanıp eğleneceği bir oyuncak,

özgürce koşacağı yemyeşil kırlar

ya da sularına kendini atacağı bir deniz istemiyor.

Onun

tek derdi,

tek isteği,

tek hayali,

babasının yanında olması.

Hasta yatağının başında oturup elinden tutması,

başını dizine koyup onu uyutması,

masallar anlatması belki,

belki en sevdiği şarkıyı mırıldanması,

eski güzel günlerine dair anılarını paylaşması,

hastalığına ve kısacık hayatına dair korkularını anlatıp,

“korkma oğlum, ben buradayım” demesini işitmesi,

yalnız olmadığını hissetmesi.

Ne yazık ki tüm bunlardan mahrum Ahmet.

Çünkü o, babasından mahrum.

İşin hukuki boyutunu bir tarafa bırakıyorum.

Tüm yasaların, sistemlerin ve inançların temel dayanağının -söylemden öte- insan olması gerektiğine inanıyorum.

Tüm bir sistemin,

8 yaşındaki bir çocuğun (belki de son arzusu olacak) bir istisnai uygulamayı gerçekleştirme noktasında aciz olduğuna inanmıyorum.

Her telefon görüşmesinde,

Babasına sitem eden, kızan, ağlayan hasta bir çocuğun bu doğal isteğini yerine getirmenin pek çok yolu vardır eminim.

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin:

“Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler (md: 6/2).”

Hükmü bile babasının, Ahmet’in babasının yanında olması için yeterli gerekçe oluşturur diye düşünüyorum.

Başta da dediğim gibi, konunun hukuki yanıyla ilgili değilim.

Gözlerimin/gözlerimizin önünde, günden güne eriyen, tükenen hasta bir çocuk var.

Gözler kör, kulaklar sağır, hisler katı.

Gösteremiyoruz, duyuramıyoruz, hissettiremiyoruz.

Alıp başımızı iki elimizin arasına,

feryat etmekten,

sitem etmekten,

dua etmekten başka hiçbir şey gelmiyor elimizden.

Garip zamanlar yaşıyoruz.

Garip ve zor zamanlar.

Yazık ki

Bu zor zamanların yükünün ağırlığı

En çok, çocukların omuzlarında.

Denizler çocuk bedeni kusuyor,

Savaşlar çocuk vuruyor,

Açlık, çocuk bedenlerini tüketiyor

Ve acılar

Çocuk bedenlerinde tomurcuklanıyor.

Gülmenin en çok yakıştığı küçük yüzler,

En çok ağlıyor.

Küçük Ahmet, en yakınımızdaki, en sıcak örnek.

Bu yorgun, üzgün ve kırgın çocuğun ahı,

Herkesi, hepimizi yakar.

Dilerim çok geç olmadan,

Vicdanları yaralayan bu yanlıştan dönülür

Ve Ahmet bir an önce babasına ve sağlığına kavuşur.

Esenlikler dilerim.

Hainler Mezarlığının Hortlakları

Dilin, fikirlerin ta kendisi olduğunu söyler John Locke. Bu yüzden, dilin en güçlü yansıması olan bazı kelimelerin varoluş serüveni, akılda fikir, ciğerde nefes, dudakta ses, dilde anlam şeklinde sıralanmaz. İnsanın ta içinde bir yerlerde kazanır anlamını. Eskilerin tekâmül dediği uzun yolculuğu, daha yeryüzüne çıkmadan tamamlar. Duyduğunuzda, iliklerinize kadar hissedersiniz, içinize işler, güldürür, coşturur,  hırpalar ve acıtır bazen de.

Tehlikelidir bu yüzden kelimeler, güçlüdür, büyüktür. Tanrının, insanla diyalogunda işaret dili, tabiat dili ya da herhangi bir başka iletişim şekli yerine kelimeleri seçmiş olması bile, onlara karşı ne denli dikkatli olması gerektiği konusunda bir ipucudur insan için.

Kelimelerin gücü olduğu gibi, gücün kelimeleri de vardır. Yerine ve varoluş amacına uygun kullanılmadığında, öldürücüdür bu kelimeler, zehirlidir. En yakınından başlar öldürmeye. Başlangıçta zevk veren bir uyuşturucu gibi, zevk verir önceleri. Gerçeklerden, hayattan koparır insanı, hayaller, vehimler alemine sürükler. Çift taraflı keskin bir bıçağa benzer gücün kelimeleri. Söylenene mızrak gibi saplanırken, söyleyeni de kâğıt kesiği gibi, ince ince, hissettirmeden yaralar. Sızlamaya başlayınca fark edilir ama iş işten geçmiştir.

Bulaşıcıdır aynı zamanda gücün kelimeleri. O kelimelere muhatap olan biri, bir süre sonra aynı kelimeleri tekrar etmeye başlar farkında olarak ya da olmayarak. Bizim gibi toplumsal hafızası olmayan, okuyup araştırmayan Mezopotamya toplumlarında en sık görülen akıl ve kalp hastalığıdır, gücün kelimeleriyle konuşmak. Mağrur ve mağdur rollerinin sıklıkla değiştiği bu coğrafyada, iyi insan yetiştirememenin doğal sunucudur belki de bu durum. İyiliği, sadece tanrısal öğretilere sadakat ya da sisteme ve onun temsilcilerine biat kriterleri üzerinden değerlendiren toplumların, bir süre sonra evrensel ve ahlaki ilkelerden ve doğrulardan kopması da olması mukadder bir çıktıdır.

Kişisel ve toplumsal yakın tarihimize dönüp şöyle bir baktığımızda, hep güce dair kelimelerin konuşulduğunu, duyulduğunu görürüz. En yakın ve etkileyici örnek, 2016 Temmuzundan sonra literatürümüze giren “hainler mezarlığı” kavramıydı. Bir belediye başkanı tarafından, ‘aferin’ almak için girişilen bu icraattan, hiçbir ahlaki ve insani değere uymadığı için, kısa süre sonra vazgeçildi. Geriye ise sahibinin alnında kara bir leke olarak sonsuza dek duracak olan bu kavram kaldı.

Toplumsal heyecan ve histeri anlarında ortaya çıkan bazı kavramlar, doğdukları ortamın ruh, ahlak ve psikolojik durumu hakkında ipuçları verirler. Hainler mezarlığı tanımı da 2016 yazında, kullanıldığı coğrafyanın ruh halini özetleyen bir kavram olarak görülebilir. Ölesiye ve öldüresiye bir nefretin, hayat hakkı tanımamanın, ezmenin, yok etmenin, hiç yaşamamış gibi olmasını sağlamanın özeti olan bu kavram, kitlelerin aklı değil, duygusu olduğu tezini doğrulayan bir sembol olarak tarihteki ve sosyolojideki yerini aldı.

Kavramdaki ithamın muhatabı olan cemaat tabanı, İslam tarihindeki Boykot Olayı ya da Güney Afrika’da 40’lı yıllarda başlayıp, 90’ların ortalarında son bulan Apartheid benzeri uygulamalara maruz kaldı. İstisnasız, çaldıkları her kapı yüzlerine kapandı. İçinden çıktıkları, parçası oldukları toplumca dışlandılar, ötelendiler, sivil ölüme mahkûm edildiler. İş verilmedi, mallarına el konuldu, mülteci olarak çıktıkları yollarda öldüler, cenaze namazları kılınmadı, her zaman cömertliğinin ve fedakârlığının propagandasını yapan, bu bakımdan özel olduğunu iddia eden ‘kavimleri’ tarafından ağaç kökü yemeleri istenerek, yok edilmeye çalışıldılar.

Tüm bu yaşananların, cemaatin genelini demokrat, sorgulayan, empati yapabilen ve ayakları yere sağlam basan bir topluluk haline getirmesi gerekiyordu. Yaşadıklarından çıkardığı dersle, hatalarını görmesi ve kendisine yapılan hukuksuzlukları, yanlışları, ithamları başkalarına yapmamaları bekleniyordu normal şartlarda. Fakat öyle olmadı. Cemaat adına söz söyleme yetkisi olan, eli kalem tutan kişiler, cemaat kodamanlarının gayrı resmi sözcülüğünü yapan yazar-çizer takımı, gerçek ve ‘hasbelkader’ gazeteciler, çoğunluğu yurt dışında olan tabanın bir kısmı, ‘hortladıkları’ hainler mezarlığına, kendileri gibi düşünmeyenleri gömme yarışına girdiler bir anda. Sosyal medyada, haber sitelerinde, köşe yazılarında vs. mecralarda hoşlarına gitmeyecek şekilde konuşan, yazan-çizen herkesi hain, satılmış, ajan, kafir ilan etmeye başladılar.

Gazeteci Ahmet Dönmez hakkında söylenen ve söyletilenler, bunun en yakın ve canlı örneğidir. Sadece habercilik yaptığı, sorular sorduğu ve bazı yolsuzlukları/hukuksuzlukları yapanlarla cemaat tabanı arasına set çektiği için, diri diri gömülmeye çalışılıyor, hainler mezarlığına. Normalde ‘cı, cu’ diye anılmayı, kendilerine küfür sayanların rahatlıkla münferitçi vs. diye etiketledikleri –daha az popüler olan- insanlar için her gün yazılan, söylenen itham ve iftiralar ise vakayı adiyeden sayıldığı için konuşulmuyor bile.

Aslında ideal üzerinden düşünmeyi bırakıp, yaşadığımız coğrafyanın gerçekleriyle durumu tahlil edersek, bu ahlaki savrulmanın şaşılacak bir şey olmadığını görürüz. Çünkü cemaat kitlesi de her zaman güçten yana olan, hukuku ve demokrasiyi teferruat olarak gören, yalnızken/güçsüzken silikleşen buna karşılık sürünün içine girdiğinde aslan kesilen, kendisini insan yapan tüm değerlere bir fiyat biçen Ortadoğu insanının temel karakteristiğini yansıtan bir örneklem sadece. Bu yönüyle baktığımızda, bu tekfir etme, lanetleme ve hain ilan etme kampanyasının aslında şok edici bir garabet değil, öteden beri süregelen bir rutin olduğunu görebiliriz.

Mevcut tabloda yerli yerine oturmayan tek şey ise, cemaatin söylemdeki demokratlığı ile eylemdeki otoriterliği arasındaki büyük tezattır. Kendisinin bir ortak akıl (istişare) hareketi olduğunu her fırsatta ifade eden bu yapı, gerçeğe sırtını dönerek, bünyesindeki bir grubun yaptığı kanun ve ahlak dışı eylemlerin sorgulanmasına engel olmaya çalışıyor. Hâlbuki bu eylemler, sonuçları itibarıyla sadece failleri ve cemaat yöneticilerini değil, vebalini üstüne atıp kaçtıkları tabanın genelini de ilgilendiriyor. Tabandaki sorgulamanın temel dayanak noktası da bu aslında. Değilse, Maslow Piramidinin ilk basamağına geri döndürülen insanların, en tepedekileri ve dahi sistemin kendisini düşünmek ya da düzeltmeye çalışmak gibi bir derdi ve motivasyonu söz konusu bile değil.

Kişinin, tüm haklarının elinden alınmasına, aç kalmasına, aşağılanmasına, hor görülmesine sebep olanlara isyan etmesi, en temel insani haklardandır. Buna hoşgörü göstermek, bünyesindeki yanlışları sorgulamak yerine elindeki gücü kullanarak onu susturmaya çalışmak, bir kez daha hain ilan etmeye yeltenmek zaafın ve acziyetin göstergesidir. Varlığını, gücünü ve otoritesini hayali düşmanlıklar, hainler, ajanlar vs. üzerine inşa edenler, kısa vadede güçlerini korusalar bile, zaman geçtikçe gerçekle yüzleşme, mahcup olma ve bir köşeye atılma hakikatiyle karşılaşacaklarını bilmek durumundadırlar.

Dün hainler mezarlığına kürekçilik yapanlar, bugün unutulup giden birer önemsiz ayrıntıdan ibarettir. Bugün o kürekçiliğe özenenlerin sonu da dünkülerden farklı olmayacaktır. Bu kısır döngünün bir an önce son bulması ve gücün kelimelerinin unutulup gitmesi dileğiyle.

Esenlikler dilerim.

Benim Hikayem -1- (Araf)

Araf kelimesi, İslam inancına göre cennet ile cehennem arasında bir yerin adıdır. Aynı zamanda bir Kuran suresinin de ismidir. Dinci literatürde sıklıkla aforizması yapılan, telmihlere ve teşbihlere konu olmuş bir kelimedir.

Diğer dinlerde de araf kavramı mevcuttur ve bu isimle adlandırılır genellikle. Dante Alighieri’nin ünlü eseri İlahi Komedya’nın ikinci cildinin adı da Araf’tır. Eserde, Cehennem’de günahlarını çeken insanların, Cennet’e gitmeden önce günahlarından arınmayı bekledikleri dağın adı olarak anlatılır.

Bir bekleme, bir boşluk halidir araf aslında. Hiçbir yere ait olamama, hiçbir şeye inanmamanın tek kelimelik tanımıdır. Geride tüketilmiş ve artık neticesi beklenen bir ömür; ilerde ise koskoca bir bilinmezliktir, bilmemektir. Ümitle korku arasında değil, iki korku arasında yaşamaya çalışmanın ete kemiğe bürünmesidir. Zordur arafta kalmak. Bir talebe bağlı değildir zira, başa gelendir.

15 Temmuz 2016’dan bu yana, ‘Araf’ta yaşıyor bu satırların yazarı. Aslında genelleme yapılabilecek bir konu ve bir alan. Benzer hali yaşayan binlerce, on binlerce insan olduğunu gayet iyi biliyorum, görüyorum. Fakat yine de durumun ve insanların ‘hassasiyetine binaen’ kişisel hikâyem üzerinden yürüyeceğim. Katılan katılır, katılmayanla ise ortak paydamızdan bir şeyler eksilmiş olur. Zaten arafta yaşayan için bunun da çok bir önemi yoktur artık.

Benim ve benim gibi pek çok kişinin arafımız, iki şeyden birini tercih etme ya da edememe durumuyla ilgili değil; tersine, seçilecek, tercih edilecek hiçbir şeyin olmamasıyla ilgilidir. Mezopotamya coğrafyasında yaşayan herhangi bir insanın sıradan hayat hikâyesidir burada anlatacaklarım aslında. Tercih etmediğimiz, candan isteyerek dâhil olmadığımız bir yol haritasında yürümek zorunda olmanın hikayesi, diğer tüm çağdaşlarımız gibi.

Okuduğumuz okul, giydiğimiz elbiseler, yürüdüğümüz sokaklar, saç tıraşımız, cebimizdeki harçlığımız… Hepsi, kalıpları önceden belirlenmiş ve bizim için takdir edilmiş varlıklardı. Daha doğrusu, yokluklardı. Bu yokluklardan, varlık yaratmak zorundaydık. Doğunun ücra bir vilayetinin, çok daha ücra bir ilçesinde liseye kadar okuyup, defalarca üniversite sınavlarına girip, sonunda ‘tutturulan’ bir üniversiteyi okumak, bu coğrafya ahalisi için çok da sıradan olmayan bir olaydı. O sene ilçeden üniversiteyi kazanan yedi kişiden biri olmak, gerçek bir başarı hikayesiydi çünkü.

Zorluklar içerisinde kazanılan üniversite, çok daha büyük zorluklar içerisinde okunuyordu. Yokluk ve imkansızlık, sürekli kendini tekrar eden sinsi bir hastalık gibi çıkmıyordu yerleştiği yoksul hanelerden. Bir yerden sonra kabullenilen bir kader halini alıyordu. Her zorluğun, her sıkıntının bir son bulma vakti olmasa da renk değiştirme zamanı vardı elbette. Üniversite yılları da gelip geçiyordu bir şekilde.

Üniversite sürecinin hayatıma, ait olduğum coğrafyaya, topluma, insanlığa dair bakış açımın oluşmasına yaptığı katkı, yaşamımı şekillendiren önemli kilometre taşıydı. İyinin sadece iyi, doğrunun sadece doğru, hakkın sadece hak olduğunu sanıyordum o günlerde. Brecht’i tanımamıştım henüz, ‘İyi Adama Bir İki Soru’sundan habersizdim haliyle.

Sınırlarını kendimin çizmediği, fakat kendi iyilerimle çoklukla örtüşen öğretilerle süslenmiş bir topluluk içinde kendimi daha güzel ifade edeceğimi düşünerek, bugün bedelini en ağır şekilde ödediğim bu yapının çağrısına uydum. Herhangi bir beklentim yoktu. Aksine kendimden bir şeyler vermek, içerisinde yaşadığım topluma faydalı olmak düşüncesiyle atılmış bir adımdı ve son ana kadar da öyle oldu. Maddi olarak, başladığım yerde bitiremediğim bir yolculuk oldu bu.

Yola çıkarken emeğimle, çabamla, gözyaşımla, göz nurumla, çocukluğumla, gençliğimle, yoksulluğumla, yoksunluğumla kazandığım ne varsa, yolun sonunda elimden uçup gitti birer birer. Hem de öyle yavaşça, usulca değil; bir anda, hızlıca, acımasızca.

Kaybettiklerim, sadece maddi değildi elbette. Ben, sadece omuz başımdaki birkaç arkadaşımdan haberdarken, elimin, sesimin, gözümün ulaşmadığı yükseklerde neler yaşanıyormuş meğer. Ortaya pul diye hayatımın/hayatlarımızın atıldığı ne kumarlar, ne pazarlıklar, ne restleşmeler… Bundan dolayı, ruhum da çok ağır yara aldı bu süreçte. İnsanlara, topluma, iyiye, güzele olan inançlarım yok olup gitti.

Fakat hayat bir şekilde devam ediyor ve tutunmak gerekiyor ona. Yaşadığım süreçte işimden olmak, itibarımın, haysiyetimin zedelenmesi, evimi aramak için gelen kolluktan yediğim dayak, mahkemeler, hapishane süreci, aylık imza vermeler vs. ‘araf’ımın bir tarafında dururken, öteki tarafta tüm benliğimin, ruhuma ait tüm ayrıntıların olduğunu hissediyorum. Kendini hiçbir yere ait hissetmemek, yaşadığı toplumla, toprakla herhangi bir bağının kalmaması, topluma ait temel değerlerinin anlamsızlığı, sorular, sorular, sorular…

Bu iki hal arasındaki sıkışmışlığı en iyi ifade eden kelime, ‘araf’mış gibi geliyor bana. Bilemiyorum, belki de yanılıyorumdur. Belki de Melih Cevdet Anday doğru söylüyordur: “Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, Cennetle Cehennem’den başka bir şey daha olsun istemiştir”.

Tüm yaşananlardan ve yaşanmaya devam edilenlerden sonra, iyi niyetimizi kullananların, yaşadıklarımıza yaptıklarıyla sebep olanların, başından beri olacakları kurgulayıp, en azından tahmin edip, bu yolun taşlarını döşeyenlerin, tüm bu yaptıklarından sonra tası tarağı toplayıp Avrupa’ya kaçanların asla hesap vermeyecek olması, benim acılarım üzerinden mağduriyet devşiriyor olması, teolojik masallarla insanları uyutuyor olması en büyük üzüntümdür.

Maalesef, bugünün din tüccarları, acılarımızın simsarları, yarının kahramanları olarak pazarlayacaklar kendilerini. 4 yıllık suskunlukları, bunun en büyük göstergesi.

Esenlikler dilerim.

anladık iyisin,
ama neye yarıyor iyiliğin.
seni kimse satın alamaz,
eve düşen yıldırım da
satın alınmaz.
anladık dediğin dedik,
ama dediğin ne?
doğrusun, söylersin düşündüğünü,
ama düşündüğün ne?
yüreklisin,
kime karşı?
akıllısın,
yararı kime?
gözetmezsin kendi çıkarını,
peki gözettiğin kiminki?
dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?

şimdi bizi iyi dinle:
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni.
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa.
bertolt brech

Diyet

“Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum…” (26,180)

Doğu topluluklarının ortak kaderidir, geçmişin sürekli tekrar edip durması. Mezopotamya’da yaşayan herhangi bir milletin, herhangi bir mensubu, her beş ya da on yılda bir tekrar eden bir “kader” döngüsünün içindedir. Zaman değişir, aktörler değişir fakat yaşananlar hiç değişmez. Bu yönüyle, Carl Bessai’nin yönetmenliğini yaptığı, hep aynı günü yaşayan 3 gencin hikâyesini konu edinen Repeaters filminin seti gibidir bu coğrafya.

Bu sebeple, yaşanan her tarihi olay, yazılan her edebi metin, söylenen her özlü söz, mevcut durumu net bir şekilde ifade eder ve anlatılmak isteneni özetler. Ünlü edebiyatçı ve yazar Ömer Seyfettin’in Diyet adlı hikâyesi de söz konusu tanıma uyan eserlerdendir. Hikâyenin konusu kısaca şöyledir:

Koca Ali, gösterişten uzak sessiz, sakin bir hayat yaşayan ve eşsiz kılıçlar yapan bir kılıç ustasıdır. Ömrünü işine ve çevresine faydalı olmaya adayan bu adamın en belirgin özelliği ise onuruna düşkün olmasıdır.

Yaşadığı toplumda sevilen ve itibar gören Koca Ali’ye bir gün iftira edilir ve hırsızlıkla suçlanır. Bir süre sonra kanun karşısına çıkarılır ve yargılanır. Devrin kanunlarına göre, ancak diyetini ödeyerek itham edilen suçtan aklanabilecek ve kolunun kesilmesinden kurtulacak olan Koca Ali, parası olmadığı için verilen cezaya razı olur.

Ancak onun dürüst bir insan olduğunu bilen çevresindeki insanlar, ona  yardımcı olmak amacıyla, şehrin en zenginlerinden olan Kasap Hacı Mehmet’e gider ve ondan, Koca Ali’nin diyetini ödemesini isterler.

Kasap Hacı Mehmet, Koca Ali’nin diyetini öder, bunun karşılığı olarak da onu yanına hizmetçi olarak alır. Koca Ali, efendisinin her emrini eksiksiz yerine getirmesine rağmen, yapılan iyiliğin sürekli olarak başına kakılmasından kurtulamaz. Hacı Kasap, bulduğu her fırsatta, Koca Ali’ye yaptığı iyiliği hatırlatır ve kolunun diyetini ödediğini tekrar eder durur.

Bu başa kakma ve hakaretlerin dozu ve sıklığı günden güne artmaya devam eder. Sonunda Koca Ali dayanamaz ve kolunu dirseğinden keserek, Hacı Kasap’ın önüne atar, böylece özgürlüğüne kavuşur.

Hikâyede anlatılan olay ve olayı şekillendiren değer kalıbı, Mezopotamya coğrafyasının yaşam döngüsünde oldukça önemli bir yer tutar. Batıyı bencil ve menfaatçi gören Ortadoğu insanı, kendisini bunun tam karşısında konumlandırarak, dostluk, vefa, fedakârlık gibi kavramlar üzerinden kendine rol biçer. Bu rol biçme hali, ferdi yaşamda olduğu gibi, toplum hayatında da oldukça yaygın ve etkilidir.

Doğuyu şekillendiren sosyal alanlar olan vakıflar, dernekler, tarikatlar, cemaatler vs. hep başkalarına faydalı olma, yapılan iyilikler karşılığında herhangi bir şey beklememe; hatta bunu düşünmeyi dahi ayıplama kurgusu üzerine hareket eder.

Gülen cemaati de içinden çıktığı toplumun temel karakteristiğini yansıtan ve yukarıdaki meziyetlerle övünen yapılardan bir tanesiydi. “insanlığa hizmet, almadan vermek, kendinden fedakarlık yapma, beklentisiz olma” gibi oldukça iddialı motivasyon ölçülerine sahip olan yapının referans kaynağı ise, izinden gittikleri Seid Kurdi’nin: “…milletin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım…” cümlesiydi.

Makamı, parayı elinin tersiyle iten cemaat öncülleri, sadece topluma hizmet etme kaygısıyla hareket ettiklerini anlatır ve bu sayede taraftar toplardı. İşler yolunda gittiği vakitlerde, oldukça başarılı çalıştı bu sistem. İnsanlar, Diyet hikâyesinin kahramanı Koca Ali gibi, hiçbir beklenti içinde olmayan bu “gönüllülerden” etkilenir, onların fedakârlıklarını takdir eder ve onlarla bir şekilde ilişki kurarak sisteme dâhil olurdu. Sistem de onlardan hiçbir karşılık beklemeden, sırf “Allah rızası için” başkalarına yardım eder, okumak isteyene imkân sunar, ticaretle uğraşanlara rehberlik eder, açtığı kurumlar sayesinde işleyen bir iyilik hareketi olarak varlığını sürdürürdü.

15 Temmuz olayının ardından, cemaat kodamanları başta olmak üzere, yapıda pek çok tuhaflıklar baş gösterdi. İleri gelenlerin pek çoğunun tası tarağı toplayıp Avrupa ülkelerine kaçmasının ardından, geride kalanlarda bazı travmalar görülmeye başlandı. Aldatılmışlık hissine kapıldı insanlar. Kısa süre sonra ise sorgulama ve suçlama evresine geçildi. Sahip oldukları her şey ellerinden alınan cemaat tabanı, bundan sorumlu gördükleri cemaat kodamanlarını eleştirdi ve onlara cevabı zor sorular sordular.

Cemaatin karar alıcıları, kendilerine her şeylerini emanet eden ve onlara sınırsız güvenen insanların sorularına cevaplar vermek yerine, oldukça tuhaf bir savunma şekli geliştirdiler. Yazının başında özetlenen hikâyenin menfaatçi ve cimri kahramanı Kasap Hacı Mehmet gibi, insanlara “bedel” hatırlatması yaptılar. Bunu da oldukça acımasız ve mensubu oldukları dinin temel öğretilerine tamamen zıt bir dil ve üslupla yaptılar. Başlangıçtaki hoşgörü ve fedakârlık söyleminin yerini, tepeden bakmacı ve rijit yaklaşım tarzı aldı. “yolun kaderi” şeklinde formüle edilen bu yaklaşım, hesap sormanın önünü kestiği gibi, aksi davranış ve söylemler içinde olanları da hızla soyutlayıp, itibarsızlaştırıyordu.

Kaybettiklerinden dolayı feryat edenlere, hesap soranlara, ses yükseltenlere, “her şeylerini zaten cemaate borçlu oldukları” ima edilmeye başlandı. İnsan onurunu ve emeğini hiçe sayan bu yaklaşım, her fırsatta dile getiriliyor, böylelikle çatlak seslerin önüne geçiliyordu. “Beklentisiz olma” iddiasıyla insanlara yardım edenler, artık: “hizmet olmasaydı, kaybettiklerinize hiçbir zaman ulaşamayacaktınız zaten. cemaat sayesinde okudunuz, para, makam, statü vs. kazandınız” demeye; en azından bunu ima etmeye başladılar.

Kasap Hacı Mehmet karakterinin ete kemiğe bürünmüş hali vardı adeta ortada. Yaptıkları hatalarla, cemaat mensuplarına çok büyük bedeller ödeten bu insanlar,

İnançlarını sağlamlaştırdıklarından, inançlarını,

Aile kurdurduklarından, ailelerini,

Huzur vadettiklerinden, huzurlarını,

Ekonomik özgürlük sağladıklarından özgürlüklerini,

Okumasına vesile olduklarından, mesleklerini,

Burs verdiklerinden, ekmek paralarını,

Makam verdiklerinden, itibarlarını,

Ticaretle para kazandırdıklarından, sermayelerini aldılar.

Hesap soranlara ise bu kayıplarının, kendilerine bahşedilenlerin “diyeti” olduğunu söylediler. Hâlbuki mensubu oldukları din, onları bu tür söylem ve eylemlerden men ediyordu. Yazının başında atıf yapılan Kur’an ayeti ve benzer pek çok ayette Allah, “tebliğcilerin” herhangi bir beklenti veya ücret talebi içinde olamayacağını açıkça deklare ediyordu.

Her şeyini kaybetmiş, boşluğa düşmüş, hayata dair beklentisi ve ümidi iyice azalmış olanların önünde iki yol var şimdi.

Ya kendilerine söylenen yalanlara inanmaya devam edip, kendilerine biçilen “yolun kaderini” yaşamaya devam edecekler. Ya da kaybettiklerinin her birinin hayatlarına ait birer “uzuv” olduğunu bilecek ve bunları tıpkı Koca Ali gibi koparıp, “Kasap Hacı Mehmetlerin” önüne attıklarının farkına varacak; böylece kimseye diyet borçları kalmadığını haykırarak hürriyetlerine kavuşacaklar.

Esenlikler dilerim.

Hamlar, Haslar ve Jane Elliott


Sistemin “kahverengi gözlüleri”, kendi siyah yakalılarını yaratmış, onlarla hesaplaşmaya girişmişlerdi.

Irkçılık karşıtı beyaz bir öğretmen olan Jane Elliott, Amerikan tarihinin önemli trajedi ve kırılma noktalarından biri olan, Martin Luther King’in bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından, öğrencilerinin (3. Sınıf çocukları) önyargılarını yaşayarak yenmelerini sağlayacak bir deney yapmaya karar verir.

Öğrencilerine mavi gözlü olanların, kahverengi gözlü olanlara göre daha zeki olduklarını söyleyerek işe başlar. Söylediklerini desteklemek için de bunun doğruluğunu kanıtlayan uydurma bilimsel veriler sıralar. Öğrencilerini söylediklerine inandırdıktan sonra, kahverengi gözlü öğrencilere kendilerini diğer arkadaşlarından ayırt etmek için siyah yakalar dağıtır ve bunları takmalarını ister.

Yine bu doğrultuda, mavi gözü öğrencilere diğer öğrencilerden daha fazla teneffüs yapmak, sınıfta söz hakkı önceliği vb. bazı ayrıcalıklar tanır. Kahverengi ve mavi gözlü öğrencilerin aynı çeşmeden su içmelerini yasaklayarak, siyahlarla beyazların tecrit döneminin bilinen uygulamalarından birini örnekler.

Buna benzer uygulamalar (övgü, eleştirme, rencide etme, küçük düşürme vs) sonucunda, mavi gözlü öğrenciler, kahverengi gözlüleri hor görmeye, hakaret etmeye ve onlara karşı küstahça tavırlar takınmaya başlarlar. Bu olumsuz etkiye karşın, mavi gözlü öğrencilerin ders başarısı ve derse katılımlarında gözle görülür artışlar olur. Uygulamanın sonunda kahverengi gözlü öğrenciler kendilerini dışlanmış, ötekileştirilmiş ve değersiz olarak görür ve ders başarıları ve derse katılımlarında ciddi düşüşler görülür.

Ertesi gün Bayan Elliot, sınıfa bir duyuru yaparak, bir önceki gün kendilerine yanlış bilgi verdiğini, üstün zekâya sahip asıl grubun kahverengi gözlüler olduğunu açıklar. Ardından, kahverengi gözlü öğrencilerinden, siyah yakaları çıkarmalarını ve bunları mavi gözlü öğrencilere vermelerini ister.

Deneyin ikinci gününün sonunda, siyah yakaları takan mavi gözlü öğrenciler, kendi yaptıkları uygulamaların aynısına maruz kalırlar. Kahverengi gözlü öğrenciler, yeni rollerini kısa sürede içselleştirmiş ve bir önceki gün kendilerine kötü davranan arkadaşlarıyla benzer tepkileri vermişlerdir. Günün sonunda, derse katılım ve başarı grafiği de tersine dönmüş; mavi gözlülerin hızlı düşüşüne karşılık, kahverengi gözlülerde ciddi artışlar kaydedilmiştir.

Jane Elliott örneği, tabiatı gereği ayrımcılığa ve farklı olanı ötekileştirmeye yatkın bir varlık olan insanoğlunun, bu lanetini en masum dönemi olan çocuklukta bile nasıl acımasızca kullanabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Kullanılmaya ve manipüle edilmeye an açık yönlerimizin başında kibir ve onun mamulleri olan kendini üstün görme, bencillik vb. zaaflarımız gelir.

İnsanın bu açık kapısını çok iyi bilen toplum terzileri, biçimlendirmek istedikleri kitleleri bu kıvrımından katlar çoğunlukla. Devletler, kabileler, dinler, cemaatler vs. kendilerini ve taraftarlarını konsolide ederken, ötekileştirerek kendine benzetme silahını kullanırlar. “benden değilsen, ondansın” şeklinde özetlenebilecek olan bu yaklaşım, içerisinde bir daveti, bir tehdidi ve bir ithamı aynı anda barındırır.

Farklılıkları reddeden, onları bir tehdit olarak gören pek çok oluşum, benzemeyenleri tokuşturarak yol almaya çalışır. Bu acımasız tokuşturma, ötekinin bir tehdit olmaktan çıkarılmasına kadar sürer gider.

Gülen cemaatinin 15 Temmuz sonrası Türkiye’de yaşadığı kendi içine kapanma ve tabanını kategorize etme gayreti, bu cümleden değerlendirilebilir. 15 Temmuz sonrasında yaşananlar, bir zamanlar içinde oldukları oluşum hakkında ciddi şüpheler ve soru işaretleri yarattı cemaat müntesiplerinde. Sahip oldukları her şeyin bir anda ellerinden çıkıp gitmesinin şokunu yaşıyordu her biri zira. Çok değil, üç-dört yıl öncesine kadar, yaşadıkları toplumun en ayrıcalıklı, imrenilen, örnek gösterilen bireyleriyken, bir gecede her şey değişmiş, korkunç birer teröriste, vatan hainine, ortadan kaldırılması gereken birer caniye dönüşüvermişlerdi.

Kafası allak bullak olan, kaderin, yoluna su serpen bir yardımcı olabileceği hayalleriyle motive olan cemaat mensupları, düştükleri bu durum karşısında kısa bir bocalamanın ardından, her zaman yaptıkları şeyi yaptılar: “abiler”e yöneldiler. “an kaldı, bahar geliyor, affetmeye hazır olun, bunlar delil değil, size bir şey olmaz, sabredin vs.” tavsiyelerinin miadı doldukça, cemaat tabanının da sinirleri gerilmeye, sabrı tükenmeye başladı. Öyle ya, ellerinde hayatlarını sürdürme adına hiçbir şey kalmadığı gibi, çalışmalarına da izin verilmiyordu. Tüm bunların üstüne, gözaltına alınma ve cezaevine girme korkusu, daha bir çekilmez kılıyordu yaşamlarını.

Derken, hiç olmayan bir şey oldu. Biat kültürüyle şekillenen, “abiler bilir, itaat et; rahat et vb.” sloganlarla yönlendirilen cemaat tabanı, sorular sormaya başladı. Sosyal medyada, internet sitelerinde, yeni nesil gazetecilik mecralarında açıktan ve yüksek sesle dillendirilen bu sorular, cemaatin karar alma mekanizmalarını rahatsız etmeye, giriştikleri suskunluk orucunu bozmak için onları zorlamaya başladı. Bir daha asla eskisi gibi rahat edemeyeceklerini iyi bilen bu karar vericiler, bu sesleri daha büyümeden susturmak için, kadim yöntemlerden biri olan ve Jane Elliott’un öğrencileri üzerinde denediği, ötekileştirmeyi kullandılar. Varlık sebebini genelde metaforlar üzerinden kodlayan cemaat kodamanları, müntesiplerini “hamlar ve haslar” şeklinde, kategorize ettiler (Bu ayırımın çıkış noktası, öncülleri olarak gördükleri Seid Kurdi (Nursi)’nin “elmas-kömür” metaforundan mülhemdir).

Karar alıcılar tıpkı Elliott’un öğrencilerine yaptığı gibi, takipçilerini “mavi ve kahverengi gözlüler” şeklinde böldüler. Tüm hayatlarını, kazanımlarını, birikimlerini, hayallerini, umutlarını kendi ellerine teslim eden kardeşlerinin geçmişine bir sünger çekip, temel insani tepkileri vermelerine dahi müsaade etmeme kararlılığı gösterdiler. Her şeye, tüm yaşananlara, çelişkilere, yalanlara, oyalamalara en küçük bir tepki gösterenlerin boynuna “siyah yaka”yı takıverdiler. Hamdı onlar, yani olmamış. Dalından koparılması, çöpe atılması ya da hayvan yemi yapılması olağandı bu kahverengi gözlülerin.

Derhal hızlı bir kampanya yürütmek ve bu siyah yakalıları, mavi gözlülere duyurmak gerekiyordu. Sohbet platformları, youtube kanalları, twitter, whatsapp grupları vs. bu iş için seferber edildi. Mavi gözlülerin, kahverengi gözlülerden daha akıllı olduğu, siyah yakalıların en hafif tabirle birer zayıf, hain ve korkak oldukları, onlarla aynı ortamda bulunulmaması, sözlerine kulak verilmemesi hatta “aynı çeşmeden su içilmemesi” gerektiği anlatıldı hararetle.

Buraya kadar olan kısım, olması gereken/beklenendi bir noktada. Gücü elinde tutanların, onu kontrol etmek için yapabileceklerinin sınırını kestirmek imkânsızdır zira. İnsanı asıl dehşete düşüren, J. Elliott rolündeki karar alıcıların yönlendirmelerinden ziyade, yönlendirilenlerin tepkileriydi.

Ailesi tarafından bile dışlanan, hain ve terörist ilan edilen cemaat mensupları, kendilerinin bu hale gelmelerinin –doğrudan ya da dolaylı- sebebi olan cemaat karar alıcılarını sorgulamak, hayatlarının ve yaşadıklarının hesabını sormak yerine, J. Elliott’un öğrencilerinin yaptığı gibi, aynı kaderi paylaştıkları, kendileri gibi acılar, yokluklar çeken, ezilen ve tüm ömrünü verdikleri mekanizma tarafından dışlanan arkadaşlarını/kardeşlerini eleştirmeye, kendileri için kullanılan kelimelerle onlara hitap etmeye başladılar.

Sistemin “kahverengi gözlüleri”, kendi siyah yakalılarını yaratmış, onlarla hesaplaşmaya girişmişlerdi. Bayan Elliott’un öğrencilerinin içinden birer canavar çıkaran bu hesaplaşma, öylesine acımasızca yapılıyordu ki, dava ve kader arkadaşlarının yirmi-otuz yıllık geçmişleri bir kalemde siliniyor, onlara yeni etiketler ve sıfatlar yapıştırılıyordu. Üstelik bu yapılırken, Seid Kurdi’nin “bine kadar bir” düsturu da fütursuzca çiğneniyordu, ona “üstadım” diyenler tarafından.

Karar alıcılar, amaçlarına ulaşmıştı sonunda. Tabandan gelecek eleştirilerin kendilerine ulaşmasını engelleyecek dinden ve egodan bir duvar örmüşlerdi. Ağızdan çıkacak her eleştiri, her soru alimlerden, peygamberlere, oradan da tanrıya kadar uzun bir yolculuk yapacak, sonunda anlamını yitirip birer sessiz çığlığa dönüşecekti. Dinlerin ve tanrının ardına saklanan cemaat kodamanları, her şeylerini aldıklarının gayretiyle, birer hayalete dönüşmüş, kendilerini rahatsız eden soruları susturamasa da anlamını ve etkisini kırmayı başarmıştı. Kaptan dümeninde, gemi ise tehlikesiz sulardaydı. Şimdilik…

Cemaat tabanının ise daha epey alacak yolu var. Sorular soran birinin kullanılması artık çok zordur. Sistem kurucuları da bunu çok iyi bilir. Onlar artık ironik bir şekilde cemaatin metaforlarından olan “kendinden motorlu” insandır. Cemaatin kavalsız güdülmeye karşılık kullandığı bu kavramı onlar, birey olma, aklı ve hür iradesiyle karar verme olarak yaşayacaklar.

Tek kazançları da bu. Şimdilik…

Esenlikler dilerim.

Yeryüzünün Lanetlileri

Yeryüzünün Lanetlileri- Frantz Fanon

Tarih, aynı olayların farklı libaslarla arzı endam ettiği bir sahnedir. Bunun özünde, insanın ve insana dair duygu ve düşüncelerin, renkleri, şekilleri, kokuları farklı olsa bile hep aynı olmasıdır. İnsanlık macerasının başladığı günden bu yana, yaşanan savaşların, kıtlıkların, zaferlerin, afetlerin vs. insanda karşılık bulduğu duygu, hep aynı olageldi.

Değişen, sadece olayların ismi, meydana geliş biçimi ve insanların yaşananlardan çıkardığı dersler sonucu, daha önceki hataları tekrar etmemesi ve olayları daha “faydalı” yönlere yöneltmesiydi ya da yöneltmemesiydi. Yüz Yıl Savaşı’yla, Körfez Savaşı arasında ya da Magna Carta ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi arasında, “insana yaşattıkları ve hissettirdikleri” bakımından çok da bir fark yoktu aslında. Bu girizgahla, diyalektiğe savaş açmak gibi bir niyetim yok. “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” diyerek, Herakleitos’a selam göndermeyi de ihmal etmem ayrıca.

Dünya tarihinin makro haliyle yaşadığı bu gerçeği, ülkeler ve şahıslar da mikro boyutuyla yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Buradaki tek soru/n, yaşananlardan ne kadar ders alındığıdır zannımca. Türkiye özelinde durumu ele alacak olursak, bu konuda hiç de başarılı olmadığımızı söylemek zor olmasa gerek. Cemil Meriç’in: “bu millet 10 senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı.” sözü, maksat farklı olsa da, durumu özetliyor gibi.

Tarihle aramızdaki en önemli köprüler, elbette kitaplar. Her kitap, kişinin özel tarihinden başlayarak, ülkeler tarihine ve dünya tarihine düşülmüş notlarla doludur. Bu sebeple, bugün yaşadığımız, mağduru olduğumuz olaylardan söz ederken, tarihin ve onun taşıyıcısı olan kitapların şahitliğine sık sık başvurmamız gerektiğini düşünüyorum.

Buradan hareketle, 15 Temmuz’un ardından Türkiye’de yaşayan ve KHK’larla bir gecede “lanetlenen” benim gibi yüz binlerce KHK’lıyı anlatma gayretine girişirken, kitaplara sığınıyorum genelde. Bu arayışlarım sırasında, Fanon’la kesişti yolum. Fanon’un sömürge düzenini ve sömürge insanının tahlilini yaptığı eserinin sayfalarında dolaşırken, “derkenar”larımı ve fişlerimi okurken, kendi hayatımdan kareler izler gibiyim. Okudukça, sömürünün, sadece kıyafet değiştirmiş haline maruz kalmanın, tarihin, bir kitle için “yeniden” tekerrür etmesine şahit olmanın tuhaflığını yaşıyorum.

Fanon’un gözlüğünden bakarken, KHK’larla işinden, özgürlüğünden, sosyal hayatından edilen insanlar birer “modern” sömürgeye dönüştürüldü demek çok da abes durmuyor. İşlerine başkaları atandı, özgürlükleri ellerinden alınıp cezaevlerine ya da prangaya benzer bir şekilde imzaya mahkûm edildiler, sosyal hayatta boşalttıkları alanlara, tanıdıkları, eş dostları, meslektaşları vs. dolduruldular.

Geriye ise, pek çoğu inkâr etse bile, ümitsiz, öfkeli ve üzgün insan yığınları kaldı. Tüm toplumsal travmalarda olduğu gibi. İnsanların pek çoğu, ne yaşadığının, neleri kaybettiğinin tam olarak farkında değil henüz. Depremden sağ kurtulup, kendisinin ve aile fertlerinin yaşadığına sevinen depremzedeler ya da köpekten can havliyle kaçarken, çalıların parçaladığı vücudundan habersiz bir “korkmuş” gibi.

Şu an KHK’lıların -bilhassa cemaat mensubu olanların- en önemli gündemi, bir şekilde özgür olmak ve aileleriyle bir arada olmaktır. Pek çoğu kaybettikleri işlerini ya da sosyal hayatlarını düşünecek durumda değiller. Üç yıldan beri süren uzun soluklu bir şok hali yaşıyor her biri. Her an gözaltına alınma, hapsedilme, hakkında dava açılması korkusu, insanları yaşadıklarına razı olmaya itiyor ister istemez.

Ruh halleri ve kaygı/korku düzeyleri, Maslow hiyerarşisinin ilk iki basamağına (fiziksel ihtiyaçlar ve güvenlik) endekslenmiş durumda. Bu sebeple, şimdilik daha üst basamaklara dair beklentileri, hayalleri yok denecek kadar az. Bu durumu tespit etmek için, psikolog ya da insan davranışları üzerine uzman olmaya gerek yok. Sadece çevrenizdeki ya da sosyal medyayı kullanan KHK’lıları takip ettiğinizde bile, “birincil” ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle konuştuklarını ve yazdıklarını görebilirsiniz.

Haksızlığa uğrayan insanların pek çoğu, mağduriyetlerini, özgür olma, yeniden iş sahibi olma beklentilerini bile çoğunlukla, “birbirlerinin sırtına basıp” dile getirmeye çalışıyorlar. Eminim pek çoğunuz etrafınızda ya da sosyal medyada:

“takipsizlik alanlara iade,

suçsuz khk’lılara iade,

vatanını seven khk’lılar,

sendikaya üye değildik,

bankaya para yatırmadık”

benzeri ifadelerle derdini anlatmaya çalışan mağdurları görmüşsünüzdür. Kendi mağduriyetini anlatırken, hastanedeki, belediyedeki, okuldaki vs. arkadaşı suçluymuş, o cezalandırılmayı hak ediyormuş da sadece kendisine yapılan haksızlıkmış gibi bir dil ve anlatım şekli, bir can havli, kurtulma gayreti göze çarpıyor. Aslında çok yadırganacak bir durum da değil bu. İstisnalar hariç, zor durumlarda, insanların önceliği kendileridir her zaman.

Zannımca KHK’lılar için asıl sıkıntı, bu birincil kaygıları ortadan kalktığında başlayacak. Depremden kurtulmanın rehaveti, kovalayandan kaçmanın can havli bitip de “olağan” yaşantısı başladığında, yitirdiklerini fark edip muhasebesine giriştiğinde, geçmişe dair yaşanmışlıklarıyla mevcut durumu arasındaki uçurumu fark ettiğinde, artık düşünmesi gerekenin ülkedeki cezaevi sayısı, af yasaları, operasyon haberleri, mağdur hikâyeleri olmadığını algıladığında, kısacası hayatın tek gayesinin hür olmak, yarı aç da olsa, ailesiyle bir arada olmaktan ibaret olmadığını yeniden fark ettiğinde başlayacak asıl zorlu sınavı.

Bu sınavı başarıyla geçmenin yolu da yine yazının başında belirttiğim, tarihin tekerrürler zincirinden geçiyor. Kitlesel kırıma, zulme, haksızlığa uğrayan ilk topluluk değil KHK’lılar. Ülke ve dünya tarihi, ezilmişlerin hikâyeleriyle dolu. Bakıp- görmek, örnek almak ve bu örnekleri uygulamak noktasındaki karar ise, ayrı ayrı bireylere kalıyor.

Aslında yazı bitmedi. Fakat şimdilik, uzatmamak adına burada kesiyorum. Son sözü de yine Yeryüzünün Lanetlileri kitabından, Sartre’ın muhteşem önsözünden alıyorum:

“Kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar “yerli”.

Birinciler “Söz”e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, ama “metropoller” bu gerçeğin giyinik olmasını yeğliyordu: Yerlilere kendilerini sevdirmek zorundaydılar. Bir tür anne gibi.

Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı; alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra, gözleri boyanmış bir halde ülkelerine yolluyorlardı.

Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankı yapıyorlardı. Bizler Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan “Parthenon! Kardeşlik!” diye bağırdıkça, Afrika ya da Asya’nın herhangi bir yerinde dudaklar “…thenon! …deşlik” demek için aralanıyordu. Altın çağdı bu.”

Esenlikler dilerim.

Dönüşüm (Metamorfoz)

“Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini…”

“Türkiye’de yaşayan KHK’lıların hikâyesini en iyi anlatan edebi eser hangisidir?” diye sorulsa, hiç düşünmeden Kafka’nın, insanın kendisine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşmasını, dışlanmasını ve kendisiyle mücadelesini anlatan eseri olan Dönüşüm’dür derim.

(Kafka, Methamorphossis)

Kafka, eğer bugünün Türkiye’sinde yaşıyor olsaydı, eserine muhtemelen: “bir sabah tedirgin düşlerden uyanan KHK’lı, azılı bir teröriste dönüşmüş buldu kendini…”  diye başlardı.

Dönüşüm (metamorfoz) hikayesi, babasının borcundan dolayı, sürekli olarak, çalışmak zorunda olan Gregor Samsa’nın, bir sabah uyandığında bir böceğe dönüşmesini, bu yeni durumuna alışma gayretini, ailesinin ve çevresinin kendisine bakış açılarındaki değişimi anlatan, kısa ve çarpıcı bir öyküdür.

İşin teknik boyutunu bir tarafa bırakacak olursak, sürekli çalışmaktan deyim yerindeyse “pestili çıkan” Samsa, bir sabah uyandığında, kendisini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur.

Bu saatten itibaren, ailesi için gecesini gündüzüne katan, durup dinlenmeden uzun tren yolculukları yapan, patronunun tüm kaprislerine ve aşağılamalarına, sırf ailesinin borcunu ödeyebilmek için katlanan, kız kardeşini, çok istediği konservatuara gönderebilmek için birikim yapmaya gayret eden, ailenin sevilen ve çalışkan velinimeti değildir Gregor.

O, artık çalışamayacak ve evden çıkamayacak durumda olan, vücudundaki fiziksel değişimden dolayı kendisinden iğrenilen, uzak durulan, aile için yük olarak görülen ve bir an önce ölmesi/ yok olması için elden gelen her şeyin yapılması gereken bir “ucube”ye dönüşmüştür.

Annesi, kendisinden korkmakta, kız kardeşi başlarda acısa dahi ilerleyen günlerde nefret etmekte, babası ise ona karşı derin bir kin ve kızgınlık beslemektedir. Fakat buna rağmen, Gregor’un yeni durumuna hepsinin verdiği ortak ve şaşılacak tepki ise olanları “normal” karşılamalarıdır.

Ne geçmiş, güzel günlerin hatırası, ne vefa duygusu ne de onu yeniden kazanmak için çalışma gayreti gösterilmemektedir ailesi tarafından. Ortalığı kirletmemesi, vücudundan yayılan kötü kokunun duyulmaması ve evin kiracılarının bu “ucube evladın” çirkin görüntüsünden rahatsız olmaması için, karanlık bir odaya hapsedilir Gregor Samsa.

Kız kardeşi başlarda kendisine güzel ve lezzetli yemekler getirip bakımını üstlense de, zamanla onun bir “hayvan” olduğuna ve yok edilmesi gerektiğine kendisini inandırır ve Gregor’a eziyet etmeye ve kötü yiyecekler getirmeye başlar.

Bu tecrit edilmişlik içinde bir süre daha yaşayan Gregor Samsa, babasının kendisine fırlattığı ve kabuğunu kırıp vücuduna saplanan “elma”nın yaraladığı yerin iltihap kapması sebebiyle, karanlık ve pis bir odada, sessizce son nefesini verir. Bu hazin son, ailenin geri kalanı için büyük bir rahatlama ve mutluluğun başlangıcı olur. Ailece kırlara gidip, eğlenirler.

“Kafkaesk” tarzda yazılan bu hikayenin kahramanı olan Gregor Samsa ile 15 temmuz 2016’dan sonra KHK’larla işlerinden edilen ve sosyal hayatın dışına itilen KHK’lıların yaşadıkları, sembolik anlamda birbiriyle oldukça benzerdir.

Tıpkı normal bir hayatı olan Gregor’un kendini bir anda “böcek” olarak bulması gibi, sıradan hayatları olan yüz binlerce insan, bir anda kendilerini birer “böceğe” dönüşmüş olarak buldular.

Kendileriyle aynı evde, aynı şehirde, aynı ülkede yaşayan milyonlar tarafından bir gecede bir korku ve tiksinti unsuru, uzak durulması ya da temkinli yaklaşılması gereken birer ucubeye dönüştüler.

Göz önünde durmamaları, bir köşede sessizce ölmeleri için her şey sağlandı kendilerine. Daha düne kadar sokakta, çarşıda, pazarda karşılaştıkları, selamlaştıkları komşularını, dostlarını görünce yolunu değiştirmeye, görmezden gelmeye başladı insanlar. Böylece onları, Gregor gibi karanlık odalara hapsettiler.

Hikayenin kahramanı Bay Samsa’nın yeni vücuduna alışmak için verdiği mücadele gibi, KHK’lılar da “dönüştükleri” yeni duruma alışabilmek için uzun ve zorlu mücadeleler verdiler.

Bu sırada hastalanıp ölenler, intihar edenler, mülteci teknelerinden düşüp boğulanlar, inşaatlarda ölenler oldu. Toplumun tüm bunlara olan tepkisi, tıpkı Gregor’un ailesinin verdiği şaşırtıcı tepki gibi oldu her seferinde “normal” karşıladılar.

Çoğu kez yitip giden hayatlar, haber değeri bile taşımadı. İnanılmaz bir umursamazlık ve alışma hali vardı toplumda. Yüzbinlerce ailenin yaşadığı durum için sunulan çözüm önerileri; öldürmek, hapsetmek, diri diri yakmak, esir hukuku uygulamak, ağaç kökü yemek vs. idi. Tüm toplum, ellerindeki “elma”ları, bu yeni “lanetli böcek”lerine fırlatıp durdu.

Hikâyenin, tek şefkat unsuru olarak anlatılan kız kardeş Grete gibi, KHK’lıların aileleri ve yakınları da bir süre sonra onların birer “böcek” olduklarına ve yok olmaları gerektiğine ikna oldular. Aileleri tarafından dışlanan, reddedilen, ihbar edilen pek çok KHK’lı haberi dönüp durdu medyada.

Kafka bu hikâyede, kişinin kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaşmasını, kapitalist toplumun, insanlara verdiği değerin onlardan faydalanabildiği nispette olduğunu, gündelik koşuşturmanın ve yoğunluğun insanı bir süre sonra esir aldığı mesajını verir.

Öyküde anlatılanlarla, Türkiye toplumunda yaşananlar arasındaki paralellik, yukarıda sözü edilen zihniyetin, iyice yerleşmiş olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yaşananlar karşısında bütün bir ülke, tuhaf tepkilerin verildiği “Samsa’ların Evi”ne dönüşmüş gibidir.

Zira, yaşadıkları olaylara yaklaşırken hisleriyle hareket eden ve mensubu oldukları dinin referanslarıyla hareket eden Türkiye ahalisi, KHK’lıların yaşadıkları konusunda, Samsa ailesinin fertleri gibi davranmış ve bu bağlamda, yıllardır slogan haline getirdikleri ve pek çoğu din referanslı “kardeşlik, hak, hukuk, ezilenin yanında olma vs.” söylemlerinin aslında içi boş birer slogan olduğunu da ispat etmişlerdir.

Gregor Samsa’nın hikayesi, evin karanlık bir odasında hayal kırıklıkları içinde gerçekleşen sessiz bir ölümle son bulmuştu. Bakalım KHK’lıların macerası nasıl son bulacak. Dilerim Bay Samsa’nınkiyle aynı sonu yaşamazlar/yaşamayız.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın