Yeryüzünün Lanetlileri

Yeryüzünün Lanetlileri- Frantz Fanon

Tarih, aynı olayların farklı libaslarla arzı endam ettiği bir sahnedir. Bunun özünde, insanın ve insana dair duygu ve düşüncelerin, renkleri, şekilleri, kokuları farklı olsa bile hep aynı olmasıdır. İnsanlık macerasının başladığı günden bu yana, yaşanan savaşların, kıtlıkların, zaferlerin, afetlerin vs. insanda karşılık bulduğu duygu, hep aynı olageldi.

Değişen, sadece olayların ismi, meydana geliş biçimi ve insanların yaşananlardan çıkardığı dersler sonucu, daha önceki hataları tekrar etmemesi ve olayları daha “faydalı” yönlere yöneltmesiydi ya da yöneltmemesiydi. Yüz Yıl Savaşı’yla, Körfez Savaşı arasında ya da Magna Carta ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi arasında, “insana yaşattıkları ve hissettirdikleri” bakımından çok da bir fark yoktu aslında. Bu girizgahla, diyalektiğe savaş açmak gibi bir niyetim yok. “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” diyerek, Herakleitos’a selam göndermeyi de ihmal etmem ayrıca.

Dünya tarihinin makro haliyle yaşadığı bu gerçeği, ülkeler ve şahıslar da mikro boyutuyla yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Buradaki tek soru/n, yaşananlardan ne kadar ders alındığıdır zannımca. Türkiye özelinde durumu ele alacak olursak, bu konuda hiç de başarılı olmadığımızı söylemek zor olmasa gerek. Cemil Meriç’in: “bu millet 10 senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı.” sözü, maksat farklı olsa da, durumu özetliyor gibi.

Tarihle aramızdaki en önemli köprüler, elbette kitaplar. Her kitap, kişinin özel tarihinden başlayarak, ülkeler tarihine ve dünya tarihine düşülmüş notlarla doludur. Bu sebeple, bugün yaşadığımız, mağduru olduğumuz olaylardan söz ederken, tarihin ve onun taşıyıcısı olan kitapların şahitliğine sık sık başvurmamız gerektiğini düşünüyorum.

Buradan hareketle, 15 Temmuz’un ardından Türkiye’de yaşayan ve KHK’larla bir gecede “lanetlenen” benim gibi yüz binlerce KHK’lıyı anlatma gayretine girişirken, kitaplara sığınıyorum genelde. Bu arayışlarım sırasında, Fanon’la kesişti yolum. Fanon’un sömürge düzenini ve sömürge insanının tahlilini yaptığı eserinin sayfalarında dolaşırken, “derkenar”larımı ve fişlerimi okurken, kendi hayatımdan kareler izler gibiyim. Okudukça, sömürünün, sadece kıyafet değiştirmiş haline maruz kalmanın, tarihin, bir kitle için “yeniden” tekerrür etmesine şahit olmanın tuhaflığını yaşıyorum.

Fanon’un gözlüğünden bakarken, KHK’larla işinden, özgürlüğünden, sosyal hayatından edilen insanlar birer “modern” sömürgeye dönüştürüldü demek çok da abes durmuyor. İşlerine başkaları atandı, özgürlükleri ellerinden alınıp cezaevlerine ya da prangaya benzer bir şekilde imzaya mahkûm edildiler, sosyal hayatta boşalttıkları alanlara, tanıdıkları, eş dostları, meslektaşları vs. dolduruldular.

Geriye ise, pek çoğu inkâr etse bile, ümitsiz, öfkeli ve üzgün insan yığınları kaldı. Tüm toplumsal travmalarda olduğu gibi. İnsanların pek çoğu, ne yaşadığının, neleri kaybettiğinin tam olarak farkında değil henüz. Depremden sağ kurtulup, kendisinin ve aile fertlerinin yaşadığına sevinen depremzedeler ya da köpekten can havliyle kaçarken, çalıların parçaladığı vücudundan habersiz bir “korkmuş” gibi.

Şu an KHK’lıların -bilhassa cemaat mensubu olanların- en önemli gündemi, bir şekilde özgür olmak ve aileleriyle bir arada olmaktır. Pek çoğu kaybettikleri işlerini ya da sosyal hayatlarını düşünecek durumda değiller. Üç yıldan beri süren uzun soluklu bir şok hali yaşıyor her biri. Her an gözaltına alınma, hapsedilme, hakkında dava açılması korkusu, insanları yaşadıklarına razı olmaya itiyor ister istemez.

Ruh halleri ve kaygı/korku düzeyleri, Maslow hiyerarşisinin ilk iki basamağına (fiziksel ihtiyaçlar ve güvenlik) endekslenmiş durumda. Bu sebeple, şimdilik daha üst basamaklara dair beklentileri, hayalleri yok denecek kadar az. Bu durumu tespit etmek için, psikolog ya da insan davranışları üzerine uzman olmaya gerek yok. Sadece çevrenizdeki ya da sosyal medyayı kullanan KHK’lıları takip ettiğinizde bile, “birincil” ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle konuştuklarını ve yazdıklarını görebilirsiniz.

Haksızlığa uğrayan insanların pek çoğu, mağduriyetlerini, özgür olma, yeniden iş sahibi olma beklentilerini bile çoğunlukla, “birbirlerinin sırtına basıp” dile getirmeye çalışıyorlar. Eminim pek çoğunuz etrafınızda ya da sosyal medyada:

“takipsizlik alanlara iade,

suçsuz khk’lılara iade,

vatanını seven khk’lılar,

sendikaya üye değildik,

bankaya para yatırmadık”

benzeri ifadelerle derdini anlatmaya çalışan mağdurları görmüşsünüzdür. Kendi mağduriyetini anlatırken, hastanedeki, belediyedeki, okuldaki vs. arkadaşı suçluymuş, o cezalandırılmayı hak ediyormuş da sadece kendisine yapılan haksızlıkmış gibi bir dil ve anlatım şekli, bir can havli, kurtulma gayreti göze çarpıyor. Aslında çok yadırganacak bir durum da değil bu. İstisnalar hariç, zor durumlarda, insanların önceliği kendileridir her zaman.

Zannımca KHK’lılar için asıl sıkıntı, bu birincil kaygıları ortadan kalktığında başlayacak. Depremden kurtulmanın rehaveti, kovalayandan kaçmanın can havli bitip de “olağan” yaşantısı başladığında, yitirdiklerini fark edip muhasebesine giriştiğinde, geçmişe dair yaşanmışlıklarıyla mevcut durumu arasındaki uçurumu fark ettiğinde, artık düşünmesi gerekenin ülkedeki cezaevi sayısı, af yasaları, operasyon haberleri, mağdur hikâyeleri olmadığını algıladığında, kısacası hayatın tek gayesinin hür olmak, yarı aç da olsa, ailesiyle bir arada olmaktan ibaret olmadığını yeniden fark ettiğinde başlayacak asıl zorlu sınavı.

Bu sınavı başarıyla geçmenin yolu da yine yazının başında belirttiğim, tarihin tekerrürler zincirinden geçiyor. Kitlesel kırıma, zulme, haksızlığa uğrayan ilk topluluk değil KHK’lılar. Ülke ve dünya tarihi, ezilmişlerin hikâyeleriyle dolu. Bakıp- görmek, örnek almak ve bu örnekleri uygulamak noktasındaki karar ise, ayrı ayrı bireylere kalıyor.

Aslında yazı bitmedi. Fakat şimdilik, uzatmamak adına burada kesiyorum. Son sözü de yine Yeryüzünün Lanetlileri kitabından, Sartre’ın muhteşem önsözünden alıyorum:

“Kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar “yerli”.

Birinciler “Söz”e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, ama “metropoller” bu gerçeğin giyinik olmasını yeğliyordu: Yerlilere kendilerini sevdirmek zorundaydılar. Bir tür anne gibi.

Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı; alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra, gözleri boyanmış bir halde ülkelerine yolluyorlardı.

Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankı yapıyorlardı. Bizler Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan “Parthenon! Kardeşlik!” diye bağırdıkça, Afrika ya da Asya’nın herhangi bir yerinde dudaklar “…thenon! …deşlik” demek için aralanıyordu. Altın çağdı bu.”

Esenlikler dilerim.

konusankus tarafından yayımlandı

yaşadıklarıma dair deneyimlerimi, fikirlerimi paylaşmak niyetindeyim. hakkımda bilinmesinin faydalı olacağını düşündüğüm çok bir şey yok. bir zamanlar iş güç sahibiydim; şimdi, değil. elinden alınanların, yitiklerinin hesabını sormak için yazıp çizen biri. hepsi bu

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın